Tarih, sadece büyük savaşların, imparatorlukların yükseliş ve çöküşlerinin anlatıldığı bir metin değildir. Bazen en büyüleyici hikayeler, haritaların en ücra köşelerinde, zamanın ve coğrafyanın unutturduğu sadakat yeminlerinde ve asırlarca dalgalanmaya devam eden bir sancakta gizlidir. Bugün sizi, bildiğiniz tarih anlatılarının çok ötesine, Afrika’nın kalbine, Sahra Çölü’nün zorlu kumları ortasında bir vaha gibi duran Agadez şehrine götüreceğim. Burası, sadece bir Tuareg şehri değil, aynı zamanda kendilerini “son Osmanlılar” olarak gören, soylarını ve bağlılıklarını yüzlerce yıldır koruyan bir halkın, yaşayan son Osmanlı sancağının yurdudur.
Peki, İstanbul’a binlerce kilometre uzakta, Sahra’nın ortasındaki bir sultanlık, nasıl olur da kendini bu kadar derinden Osmanlı’ya ait hisseder? Bu bağ nasıl kuruldu ve Fransız sömürgeciliğine, kuraklığa ve modern dünyanın unutturucu gücüne rağmen bugüne dek nasıl yaşatıldı? Bu, sadakatin, hafızanın ve köklere bağlılığın inanılmaz öyküsüdür.
Stratejik Bir Kavşak: Agadez Sultanlığı’nın Yükselişi
Hikayeyi anlamak için önce Agadez’in ne kadar önemli bir yer olduğunu kavramak gerekir. 15. yüzyılda Tuareg kabileleri tarafından kurulan Agadez Sultanlığı, Batı Afrika’yı Akdeniz’e bağlayan antik trans-Sahra ticaret yollarının tam kalbinde yer alıyordu. Tuz, altın, köle ve değerli malların taşındığı kervanlar için hayati bir durak, bir dinlenme ve ticaret merkeziydi. Agadez, çölün ortasındaki zengin ve stratejik bir kaleydi. Bu konumu, onu bölgesel güçlerin ve nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu’nun radarına soktu.
16. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Trablusgarp’ı (bugünkü Libya) ele geçirmesiyle Kuzey Afrika’da ezici bir güç haline gelmişti. Osmanlı’nın nüfuzu, sadece kıyı şeridiyle sınırlı kalmadı. İmparatorluk, Sahra’nın güneyine, Fizan bölgesine ve ötesine uzanarak buradaki kervan yollarının güvenliğini ve kontrolünü sağlamaya başladı. İşte Agadez ile Osmanlı’nın kaderi tam bu noktada kesişti.
Gönüllü Bir Bağlılık: Halifeye ve İmparatorluğa Biat
Osmanlı’nın bölgedeki gücünü ve nizamını gören Agadez Sultanı, imparatorluğa doğrudan askeri bir müdahale olmadan, kendi rızasıyla biat etmeyi seçti. Bu, bir işgal veya zorlama sonucu değil, stratejik bir ittifak ve gönüllü bir bağlılıktı. Agadez Sultanı, Osmanlı Padişahı’nı aynı zamanda İslam’ın Halifesi olarak tanıyor, ondan bir “menşur” (atanma ve tanınma belgesi) ve bir sancak talep ediyordu. Bu talep kabul edildi ve İstanbul’dan gönderilen sancak, Agadez Sultanlığı’nın sembolü haline geldi. Bu andan itibaren Agadez, Osmanlı İmparatorluğu’nun en güneydeki, en uzak sancağı oldu.
Bu bağlılığın Agadez için pratik anlamları vardı:
- Meşruiyet ve Prestij: Dünyanın en güçlü İslam imparatorluğunun bir parçası olmak, Agadez Sultanı’nın diğer Tuareg kabileleri ve komşu sultanlıklar üzerindeki otoritesini ve meşruiyetini perçinliyordu.
- Güvenlik: Osmanlı’nın koruması altında olmak, kervan yollarının güvenliğini artırıyor ve potansiyel dış tehditlere karşı bir kalkan oluşturuyordu.
- Ekonomik ve Dini Bağlar: Agadez, bu bağ sayesinde Osmanlı’nın geniş ticaret ağına ve İslami ilim merkezlerine daha kolay entegre oluyordu. Trablusgarp ve Mısır üzerinden İstanbul ile düzenli bir ilişki kurulmuştu.
Agadez Sultanı, her yıl Osmanlı Padişahı’na sembolik bir vergi ve hediyeler göndererek bu bağlılığını yinelerdi. Bu ilişki, bir merkez-çevre ilişkisinden çok, karşılıklı saygıya dayalı bir “himaye” ilişkisiydi.
Unutulmuşluk ve Direniş: Sömürgeciliğe Karşı Osmanlı Sancağı
19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Afrika’nın kaderi “Afrika Talanı” (Scramble for Africa) ile yeniden çizildi. Fransız sömürgeciliği, Batı Afrika’ya doğru hızla ilerliyordu. Osmanlı İmparatorluğu ise kendi iç sorunları ve dış baskılarla zayıflamış, “hasta adam” olarak anılıyordu. Merkezin zayıflamasına ve aradaki mesafenin binlerce kilometre olmasına rağmen, Agadez’in Osmanlı’ya olan sadakati sarsılmadı.
Fransızlar 1900’lerin başında Agadez’e ulaştığında, karşılarında kendilerini hala Osmanlı toprağının bir parçası olarak gören bir halk buldular. Sultan ve halkı, Fransız egemenliğini reddederek direnişe geçti. Bu direnişin sembolü, İstanbul’dan gelen o kutsal sancaktı. 1916-1917 yıllarında yaşanan ve tarihe “Kaocen Ayaklanması” olarak geçen büyük Tuareg isyanında, Agadez halkı yine Osmanlı’ya olan bağlılıklarını haykırarak sömürgecilere karşı savaştı. Ayaklanma Fransızlar tarafından kanlı bir şekilde bastırılsa da, Agadez’in ruhundaki o Osmanlı kimliği asla sönmedi.
Günümüzdeki Miras: “Biz Son Osmanlılarız”
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve dünya bambaşka bir çağa girdi. Ancak Agadez’de zaman, sanki bu büyük kopuşu görmezden gelerek akmaya devam etti. Bugün Agadez Sultanı, hala sembolik olarak varlığını sürdürmektedir ve halkı, kendilerini gururla “Osmanlı” olarak tanımlamaya devam etmektedir.
Bu miras, sadece sözlü bir anlatıdan ibaret değildir. Somut izleri hala görülebilir:
- Sultanın Sarayı: Geleneksel kerpiç mimarinin bir şaheseri olan Sultanlık Sarayı’nda, Osmanlı’dan kalan sancak ve diğer hediyeler hala büyük bir özenle korunmaktadır.
- Sözlü Tarih ve Soy Ağaçları: Aileler, soylarının Osmanlı dönemine dayandığını anlatan hikayeleri nesilden nesile aktarır. Osmanlı Sultanları’nın isimleri, yerel liderlerin ve aile büyüklerinin soy kütüklerinde yer alır.
- Türkiye’ye Bakış: Agadez halkı için Türkiye, herhangi bir ülke değildir. Onlar için Türkiye, mirasçısı oldukları o büyük imparatorluğun devamıdır. Türkiye’den gelen bir misafir, bir yabancı değil, asırlar sonra geri dönmüş bir “akraba” gibi karşılanır. Bu derin sevgi ve saygı, modern siyasetin ve sınırların ötesinde, tamamen tarihsel bir bağlılığın ürünüdür.
Agadez’in hikayesi, bize tarihin ne kadar göreceli olduğunu öğretir. Bizim için bitmiş ve kitaplara hapsolmuş bir dönem, dünyanın bir başka köşesinde hala yaşayan, nefes alan bir kimlik olabilir. Sahra’nın ortasında dalgalanan o görünmez sancak, sadakatin, vefanın ve insan hafızasının coğrafyaya ve zamana nasıl meydan okuyabileceğinin en dokunaklı kanıtıdır. Onlar, belki de haritalardaki son Osmanlı sancağının yaşayan muhafızlarıdır.

