DijiGezgin Blog Seyahat Dünyası “Ucuz Tatil Cenneti”nin Kendi Vatandaşına Kapalı Kapıları
Seyahat Dünyası

“Ucuz Tatil Cenneti”nin Kendi Vatandaşına Kapalı Kapıları

Ucuz Tatil Cennetinin Kendi Vatandaşına Kapalı Kapıları

Ucuz Tatil Cennetinin Kendi Vatandaşına Kapalı Kapıları

“Ucuz Tatil Cenneti”nin Kendi Vatandaşına Kapalı Kapıları

Biz, muhteşem bir tiyatro sahnesinin daimi oyuncularıyız. Dekorumuz, binlerce yıllık tarih; ışığımız, Ege’nin güneşi; müziğimiz, dalgaların sesi. Her yaz, dünyanın dört bir yanından gelen seyirciler, bu açık hava sahnesine akın ediyor. Ön sıralardan biletlerini, kendi paralarıyla komik derecede ucuza alıyorlar. Oyunumuzu izliyor, dekorumuza hayran kalıyor, sahne arkasındaki hayatlarımızı merak etmeden, alkışlayıp gidiyorlar. Oyun bitince salon boşalıyor, ama biz sahneden ayrılamıyoruz. Çünkü bu bizim evimiz. Ve biz, başrolünü oynadığımız bu oyunun sadece figüranlarıyız. Bu, “ucuz tatil cenneti” denilen sahnenin, kendi oyuncularına nasıl bir kapalı gişe dramına dönüştüğünün hikayesidir.

Bu sadece bir metafor değil. Bu, 2025 Türkiye’sinde yaşayan, keşfetme arzusunu ruhunun derinliklerinde hisseden milyonlarca insanın trajedisidir. Biz, kendi ülkemizin turistik vitrinine bakan ama vitrinin içindekilere dokunamayan insanlarız. Yabancı bir turistin bir haftalık tatil bütçesiyle krallar gibi yaşadığı topraklarda, bizler ay sonunu getirmeye çalışıyoruz. Onların “Ah, ne kadar ucuz!” diye şaşırdığı her etiket, bizim için ertelenmiş bir hayal, vazgeçilmiş bir ihtiyaç anlamına geliyor. Bu, iki farklı para biriminin, iki farklı alım gücünün aynı coğrafyada yarattığı acımasız bir sosyal apartheid sistemidir. Bir taraf için cennet olan, diğer taraf için sadece o cennetin bekçiliğini yapmaktır.

Vitrin ve Gerçek: İki Ayrı Ekonomi, Tek Coğrafya

Her şey, o basit matematiksel işlemde başlıyor: bölme. Yabancı turist, ülkesinde kazandığı 100 Euro’yu getirip böldüğünde, ortaya çıkan binlerce liralık güçle kendini bir kral gibi hissediyor. Biz ise binlerce lira kazanıp Euro’ya böldüğümüzde, elimizde kalan birkaç onluk banknotla bir hiç gibi hissediyoruz. Bu basit bölme işlemi, sosyal hayatın her zerresine sızıyor.

Kapadokya’da gökyüzünü süsleyen yüzlerce balondan birine binmenin hayalini kuran bir Türk genci, o balonun içindeki turistin sadece bir akşam yemeği parasına o deneyimi yaşadığını bilir. Fethiye’nin koylarında tekne turu yapan bir ailenin ödediği hesap, o teknede çalışan kaptanın bir haftalık kazancından fazla olabilir. Bu durum, kendi ülkemizde bize iki rol biçiyor: ya hizmet eden olacağız ya da uzaktan izleyen. Hizmet etme gücü olmayanlar ise sadece izliyor. Kendi vatanımızın güzellikleri, bizim için artık birer Instagram fotoğrafından, bir belgesel karesinden ibaret. Biz, o güzelliklerin içinde değil, ekranın dışındayız. Bu, coğrafi bir sürgündür; kendi vatanında sürgün olmak.

Kaçış Planı: Hayallerin Otoban Gişeleri

Peki ya bu sahneden kaçıp, başka oyunları, başka dekorları görmek istersek? İşte o zaman, modern çağın en acımasız engelleri, birer otoban gişesi gibi önümüze dikiliyor. Her gişede, umutlarımızdan, paramızdan ve onurumuzdan bir parça bırakarak ilerlemeye çalışıyoruz.

Gişe 1: Pasaport – Hayallere Takılan İlk Çelme

Daha zihninizde bir Paris sokağı, bir Roma meydanı canlanmadan, ilk gişe faturayı kesiyor: Pasaport. 2025’te, bir asgari ücretlinin yarım maaşını feda etmesi gereken bir bedel bu. Bu, sadece bir belgeye ödenen para değil; bu, “Ben de dünyayı görmek istiyorum” demenin vergisi. Bu, devletin kendi vatandaşına, daha hayal kurma aşamasındayken vurduğu ilk prangadır. Pasaport, bir hak değil, bir bedeldir. Ve bu bedeli ödeyemeyen milyonlar için oyun, daha başlamadan biter.

Gişe 2: Vize – Modern Bir Liyakat Mülakatı

Parayı denkleştirip o bordo defteri aldınız. Şimdi en zorlu gişedesiniz: Vize. Burası bir başvuru merkezi değil, modern bir engizisyon mahkemesidir. Siz, sanıksınız. Suçunuz ise potansiyel bir “geri dönmeme” şüphesi. Banka hesaplarınız, mal varlığınız, aile bağlarınız, işiniz… Tüm hayatınız masaya yatırılır. Onları, ülkenize geri döneceğinize ikna etmeniz gerekir. Onlar, sizin samimiyetinize değil, banka dökümünüzdeki rakamlara inanır. Bu süreçte, sadece para ve zaman kaybetmezsiniz; onurunuzu kaybedersiniz. Her 4 kişiden 1’inin aldığı o “ret” damgası, pasaportunuza değil, ruhunuza vurulur. “Sen layık değilsin” der o damga, “Sen bizim sahnemizde oynamaya uygun değilsin.” Bu, bürokratik bir işlem değil, psikolojik bir şiddettir.

Gişe 3: Bilet – Aşılamayan Maliyet Uçurumu

Tüm bu mahkemelerden beraat ettiniz diyelim. Elinizde pasaport, içinde vize. Önünüzdeki son engel, belki de en yükseği: Ulaşım. Bir Avrupalı gencin 20 Euro’ya, yani iki kadeh şarap parasına aldığı RyanAir bileti, sizin için binlerce liralık, aşılması zor bir dağdır. Ulaşım, bizim için bir araç değil, seyahatin kendisinden daha pahalı bir amaçtır. O uçağa bindiğinizde, yolculuk başlamaz; aylardır süren birikimleriniz, feda ettiğiniz ihtiyaçlarınız biter.

Daralan Ufuklar, Ertelenen Hayatlar

Tüm bu gişeler, tüm bu duvarlar, sadece fiziksel sınırlar yaratmıyor. Daha da kötüsü, zihinsel sınırlarımızı daraltıyor, hayallerimizi erteliyor ve karakterimizi şekillendiriyor. Gençlerimiz, dünya vatandaşı olamıyor. Erasmus’a gitmek, Work & Travel ile yeni bir kültürü deneyimlemek, artık sadece çok küçük bir azınlığın ayrıcalığı. Bir zamanlar “dünya turu” hayali kuran bir nesil, şimdi “acaba bu ay faturaları ödeyebilecek miyim?” kaygısıyla yaşıyor. Ufuklar, Edirne’den Kars’a uzanan bir çizgiye sıkışıp kalıyor.

Yaş ilerledikçe, duvarlar daha da kalınlaşıyor. Hayatı boyunca çalışmış, üretmiş, vergisini ödemiş emeklilerimiz, hayatlarının bu ikinci baharında bir Avrupa şehri görmenin hayalini bile kuramıyor. 400 Euro’ya denk gelen emekli maaşları, onları kendi evlerine, kendi mahallelerine hapsediyor. Seyahat, onlar için bir keşif değil, sadece televizyonda izlenen bir program.

Ve en sonunda, en trajik olanı yaşanıyor: Öğrenilmiş çaresizlik. Zihin, bu “gidememe” halini normalleştiriyor. “Zaten paramız yetmez”, “Bize kim vize verir ki?”, “Başka ülkede ne işimiz var?”… Bu cümleler, bir savunma mekanizmasıdır. Ulaşılamayan üzüme “koruk” demenin modern versiyonudur. Hayal kurmanın bile acı verdiği bir noktada, zihin kendini korumak için hayal kurmayı bırakır. İşte bu, bir toplumun ruhuna vurulan en derin darbedir.

Biz, o muhteşem tiyatro sahnesinin daimi oyuncuları, her gün aynı oyunu oynamaya devam ediyoruz. Seyirciler geliyor, gidiyor. Işıklar yanıyor, sönüyor. Ama biz hep buradayız. Sahnenin arkasında, kuliste, bir gün bizim de ön sıralardan bir bilet alıp, sadece kendi oyunumuzu değil, dünyanın tüm oyunlarını izleyebileceğimiz o günü bekliyoruz. O güne kadar, ruhumuzda taşıdığımız o gezgin ateşi sönmesin diye, kendi içimizde, kendi coğrafyamızda keşfetmeye devam edeceğiz. Çünkü bazen en büyük yolculuk, en kalın duvarların ardında başlar.

Exit mobile version